19 / 04 / 2024

Haydarpaşa Garı'nın restorasyonunda son durum!

Haydarpaşa Garı'nın restorasyonunda son durum!

Haydarpaşa Garı’nda kimsenin çok şey bilmediği restorasyon süreci başlayacaktı. Habertürk Gazetesi hem bu tarihi mekânı keşfe çıktı hem de restorasyonla ilgili bilgileri “içeriden” aldı.



Haydarpaşa Garı’nda kimsenin çok şey bilmediği restorasyon süreci başlayacaktı. Habertürk Gazetesi hem bu tarihi mekânı keşfe çıktı hem de restorasyonla ilgili bilgileri “içeriden” aldı.


Ece Ulusum:
"AMCA BOŞUNA BEKLİYORSUN...


"Geçen ay Yerebatan Sarnıcı maceramızdan sonra öyle çok okur “Hayalimi gerçekleştirdiniz” diye yazdı ki seriyi yine gizemli ve hikâyesi olan bir yerde devam ettirmek istedik. Medusa'lı geceden sonra bir cesaret geldi, düşündüğümüz birkaç yer için görüştük. Kimisi aylar sonraya, kimisi yıllar sonraya randevu verdi. Eee şimdi ne yapacaktık? Mehmet Emin, “Haydarpaşa Garı restorasyona girmeden önce orada bir gece geçirmeye ne dersiniz?” diye sordu ve bir telefonla her şeyi çözdü. Gar Müdürü Veysi Bey de çok beğenmiş fikrimizi. “Orada 1 Gece” ekibine Mert Toker’i de dahil ederek, bir akşamüstü gittik Haydarpaşa Garı’na. Şansımıza hava buz, hepimiz kat kat giyindik. Hele Mehmet Emin işi iyice abarttı, üst üste 2 termal içlik ve 2 yünlü çorap giydi. Hatta bir ara “Galiba kangren olacağım” dedi, hepimiz yıkıldık!


Tam içeri giriyorduk ki güvenlik şefi bizi durdurdu, belgelerimizi görmek istedi. Emin “İzin aldık, garda kalacağız” dedi. Şef belgeyi evirdi çevirdi, fotoğrafını çekti; “İyi ama burada ‘Haydarpaşa Garı’nda kalmak istiyorum’ yazmışsınız, içinde kalacağınızı yazmamışsınız” demez mi? Allah’tan, Veysi Bey hemen devreye girdi ve girebildik.


"AMAN ALLAH, AY PATLAMIŞ!" 


Haydarpaşa Garı’ndan hiç trene binmemiş biri olarak merpenlerden çıkarken Sema’ya “Düşünsene İstanbul’u terk ederken en son gördüğün yer burası, duvarlarına veda sinmiş” dedim. Bu sırada Mert hiç affetmeden, her anı fotoğraflıyordu. Bir ara girişteki “Independenta” yazılı tabelayı gördüm. Önce olayı okudum, sonra gülmeye başladım. “Niye gülüyorsun?” diye soran bizimkilere de başladım babamın hikâyesini anlatmaya. Yıl 1979, kış. Karagümrük’te meşhur bir kahvehane vardı, Vefa Şöhretler Kahvehanesi. Akşam tam iskambil oynarlarken bir gümbürtü kopmuş, gökyüzü kıpkırmızı olmuş. Mahallenin muhtarı İsmail Altıntoprak, “Ay patladıııı!! Ay patlaadıı!!” diye bağırmaya başlamış. Hurra kahvehanedekilerin hepsi sokağa dökülmüş, muhtar eliyle “İleri” işareti yaparak “Surlara koşun, lavlar oradan geçemez” diye komut vermiş. Kahvehanedeki 45-50 adam sokaktan insanları da toplayarak taaa Edirnekapı’ya kadar koşmuş. Hatta biri elinde çift okey var diye ıstakasıyla koşuyormuş, yere düşenlere de yardım eden olmamış. Kimisi Vefa Stadı’ndan aşağı atlamış, kimisine araba çarpmış... Tam surlara yaklaşırlarken birden gökyüzündeki kırmızılık gitmiş. Babam benzincideki televizyonu görünce olayı anlamışlar, meğer iki tanker Haydarpaşa’nın tam önünde çarpışmış. Önce Ay’ın patladığına, oradan lavların Karagümrük’e akacağına inandıkları için epey gülmüşler, sonra da nefes almadan gelişmeleri takip etmişler. O zamanlar gazetelerde falan çok çıkmış bu mevzu. 


2016’da başlanan restorasyon çalışmalarının 500 gün içerisinde tamamlanması öngörülüyor.


"KEDİDİR, KEDİ...


"Bunları dinleyince, bizimkiler de başladı gülmeye, gece boyunca “Ay patladı” deyip durduk. Ama işin aslı olay epey üzücüymüş, Independenta tankeri, Yunan bandıralı yük gemisi Evriyali’ye çarpınca çıkan yangın tam 27 gün boyunca sürmüş, Bu olayın ilk anlarında yaşanan patlama Haydarpaşa Garı’nın da hasar görmesine sebep olmuş. Biz Haydarpaşa Garı’nda dolanırken gece nöbetçisi Selahattin Sevinç, “Çok ilerilere gitmeyin, o kadar çok sayıda güvenlik görevlimiz ve kameramız yok” dedi. Başta aldırmayacaktık ama gece ilerledikçe, vagonlar iyice karanlığa gömüldü. Kulak kesildikçe illa ki bir ses duyuyor insan. Bir ara rüzgârdan bir kapı açıldı, karşımıza terk edilmiş bir çocuk bisikleti çıkınca iyice tedirgin olduk ve rahatlamak için Haydapaşa’nın meşhur mekânı Mythos’a gidip birer çay içtik, garsonlarla eskilerden konuştuk. Kime sorsak garla ilgili mutlaka bir anısı var. Ama en etkileyicisi şu oldu: Geçen hafta yaşlı bir amca elinde bavul, tren bileti almaya gelmiş ve saatlerce veznenin açılmasını beklemiş. Sonunda garsonlardan biri fark edip “Amca boşuna bekliyorsun, Haydarpaşa Garı epeydir kapalı” demiş. Amca zor ikna olmuş. Bir sessizlik...O gece tren garının dört bir yanını dolaştık. Güvenlik görevlileri, yanan kata çıkmamıza izin vermedi ama diğer katları gezdik. Duvarda asılı 80’lerden kalma afişler, eski halılar ve tablolarla dolu yapının içi zamanın bir yerinde donup kalmış gibiydi. Hava iyice soğudu, turlamaktan da yorulduk ve garın en rüzgârsız köşesine çadırımızı, epey uğraştıktan sonra kurduk. korktuğumuz şeylerden hiçbiri olmadı ama çadırımıza oynaşan kediler saldırdı! Termosla kahve içip bir yandan da çekirdek çitlemeye başlamışken garın kapısı birden açıldı. Ben birden sustum, Sema montuna iyice gömüldü, Emin ise “Kedidir, kedi” dedi. Saat gece 02.00, iki genç adam. Birinin elinde fotoğraf makinesi var, bize selam verip geçtiler. Meğer geceleri fotoğraf çekmek için dolanan çok oluyormuş. Sadece fotoğrafçılar değil; grafiticiler, evsizler, demlenenler ve elbette saklanmak isteyenler... Sabaha karşı Haydarpaşa Garı’nın nasıl bir güne uyandığını da gördük; martı sesleri, vapur düdükleri ve payidar garın denize düşen gölgesi (Payidar: sonsuza dek yaşayacak olan).


Mehmet Emin Demirezen:
BİZİMKİ HEM BİR VEDAYDI, HEM DE BİR KARŞILAMA... 


Bu ay “Orada 1 Gece” projemiz kapsamında nerede kalacağımızı düşünürken birden aklıma Haydarpaşa Garı geldi. Ekip de çok heyecanlandı. Umudumuz pek yoktu, yine de TCDD 1. Bölge Yolcu Servis Müdürü Veysi Alçınsu’yu aradım. Ne yaptığımızı az çok biliyormuş, “İş çok güzel, ben de heyecanlandım ama öncelikle Ankara’daki basın müşavirliğinden izin almanız gerekiyor” deyince sarıldım yine telefona. Bu kez basın müşavirliğinden Ahmet Duman Bey’i arayıp talebimizi tekrarladım. Seve seve izin vereceklerini söyledi. Kısacası, biz işimizin zor olacağını sanırken, telefonun ucundaki yardımsever sesler her şeyi kolaylaştırdı, böylece Haydarpaşa Garı’nda bir gece geçirmemiz mümkün oldu.


Bizim için heyecanlı bir gece olacağı malumdu; restorasyon öncesi son bir gece geçirmek, herkesin hoşuna gidecek bir fikirdi. Bizimki hem bir vedaydı hem de bir karşılama... Gerçi Haydarpaşa Garı, bugüne dek birçok restorasyondan geçmiş. İlk olarak, 1. Dünya Savaşı sırasında silah taşıyan vagonlardaki cephanelerin alev almasıyla yanmış; hızla tekrar işler hale getirilmiş. Yangında zarar gören taşların çürütme tekniğiyle çıkarılması ve aynı malzemeden işlenmiş yeni taşların konulması suretiyle 1937- 38 arasında bina esaslı bir onarımdan geçmiş. 1979’daysa Haydarpaşa Garı’nın açıklarında Independenta adlı Romen tankerinin bir Yunan yük gemisiyle çarpışması sonucu ortaya çıkan patlamadan ve yüksek ısıdan dolayı binanın vitraylarında kullanılan kurşun erimiş, cam ve çerçeveler hasara uğramış. O’Linneman adlı ustanın eseri olan vitraylar aslına uygun olarak yeniden onarılmış. 4 dış cepheyle 2 kulenin restorasyonuysa 1983’te tamamlanmış. 2010’daki hepimizin hatırladığı yangından sonra da dördüncü katı kullanılmaz hale geldi. 1 Şubat 2012’de tüm Türkiye’deki tren hatlarının yenilenme çalışmaları başladı ve bu süreçte Haydarpaşa Garı da kullanıma kapatıldı.


Gelelim bugüne... Bu yıl Haydarpaşa Garı, yeni bir restorasyona hazırlanıyor. Basın Müşaviri Ahmet Duman’dan aldığımız bilgiye göre, yanan çatı kısmında ayakta kalan bölümler aslına uygun olarak restore edilecek. Binanın içiyse, işletmeye ait hizmet birimleri korunarak, baştan aşağı günümüz koşullarına uygun bir şekilde yenilenecek. Ayrıca, dış cephe temizliği yapılarak taş, demir ve ahşap kısımlar onarılacak.Tüm bunları düşününce, ekip olarak bir geceyi Haydarpaşa Garı’nda geçirmek bize daha anlamlı geldi. Sinemada, televizyonda görüntülerini izlerken, buranın hep kalabalık olduğu izlenimi edinmiştim. İlk kez gidip gördüğüm o gecenin sonundaysa, istasyonun boş hali bana hüzünlü geldi, içimi burktu. Yine de benim için Haydarpaşa Garı aklımdan hiç çıkmayacak kadar harikulade bir yerdi.


Gülenay Börekçi:
YIKILMAMIŞ, AYAKTA; ÜSTELİK NEFES KESECEK KADAR GÜZEL


Haydarpaşa Garı bizim evden görünüyor. Yürüme mesafesiyse sadece 10 dakika... Anlayacağınız, bu şahane mekân zaten sürekli karşımda... Üstelik her gün vapura binmenin benim için en güzel yanlarından biri, bir martı ordusu eşliğinde Haydarpaşa Garı’nın önünden geçmek. Kendimi şanslı hissediyorum. Bu sebeple, HT Pazar’daki “Orada 1 Gece” bölümünün ikinci durağı olarak Haydarpaşa Garı’na gideceğimiz anlaşıldığında, havalara uçtum. Benim için yeni değildi, tanıyordum; küçükken babam elimden tutup trene bindirmişti, büyüdüğümde bazı edebiyatçılarla hemen kıyıdaki minik çay ocağında röportajlar yapmıştım... Instagram manyağı olduğum ilk zamanlarda da ikide bir gidip bu dünyanın en fotojenik binasının fotoğraflarını çekmiştim... Biliyordum, bildiğimi sanıyordum. Ama işte orada bir gece geçirmemiştim daha önce, Mythos adlı meyhanesinde oturup iki tek atmamıştım, üst katlarına çıkmak ise aklıma bile gelmemişti... Güneşi batırmamış, gün doğumunda üşüyerek sahilde dolaşmamıştım. 


Haydarpaşa Garı’nda 4’üncü büyük restorasyon çalışmalarına başlanacak. 


Böylece şiddetli kar yağışının olduğu bir günün akşamında evden çıkıp Ece, Sema, Emin ve ekibe yeni katılan Mert’le buluştum. Kendimi yusyuvarlak bir top gibi hissediyordum, çünkü gecenin soğuk geçeceğinin farkındaydım ve ne bulduysam üstüme geçirmiştim. Kat kat içlikten, kazaktan sonra montumun üzerine bir de kaban giymekse estetik açıdan kesinlikle berbat olabilirdi ama karı, rüzgârı düşününce, yerinde bir tercih gibi geldi bana.


Uzatmayayım; Haydarpaşa Garı’nda kâh soğuktan donarak etrafı kolaçan ederken, kâh derme çatma çadırımızın içinde takırdayarak birbirimize hikâyeler anlatmaya çalışırken yaşadıklarımızı, arkadaşlarım anlattı. Benim için gecenin unutulmaz anlarına gelince... Garın kedileriyle ahbaplık etmek güzeldi. Geçmişteki misafirleri arasında Nâzım Hikmet’ten Salvador Dali’ye aklınıza gelebilecek birçok ikonun bulunduğunu öğrendiğim Mythos’a uğrayıp bir çaylarını içmek, ikram ettikleri nefis tatlılardan yemek de öyle... Aynı barmenin orada 30 yıldır çalıştığını öğrenmekse müthişti. Gar binasının, koridorları kırmızı halıyla kaplı olan üst katlarına çıkınca ise kendimi resmen Stanley Kubrick’in “Shining” filminin içine girmiş gibi hissettim. Zira içeride tam bir Overlook Oteli havası vardı, yani hem çok güzel hem de bir parça ürperticiydi...


Haydarpaşa Garı’nın, çevreyi gezerken, üst katları dolaşırken bana hissettirdiğiyse “Yıkılmamış, ayakta; üstelik nefes kesecek kadar güzel” duygusuydu. Oysa 108 yıl içinde neler neler geçmişti başından... Daha inşaatı biter bitmez yanmıştı mesela. Daha sonra hem 1. Dünya Savaşı hem de İstiklal Harbi sırasında cephanelik olarak kullanılmıştı ve yine ıstıraptan ıstıraba gark olmuştu. I. Dünya Savaşı’nın sonlarında vagonlardan birine yerleştirilmiş bombalar patlayınca tamamen yıkılmış ve Cumhuriyet’in kuruluşundan 10 yıl sonra aslına uygun olarak yeniden inşa edilmişti. 1976’daysa baştan aşağı restore edilmişti. Bitti mi sanıyorsunuz? 1979’daki tanker kazası, 2010’daki yangın... Şahit olduğu dramlardan da söz etmeliyim belki. Mesela 2. Dünya Savaşı’nın buhranlı günlerinde bizim için bir utanç sebebi olan Varlık Vergisi’nin ağır yükünü sırtlayıp buradan trenlere bindirilerek Aşkale’ye sürüklenen Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Türkler... “Salkım Hanımın Taneleri”nden öğrendiğime göre, sürgün dönüşünde, rıhtımda vapur bileti alabilmek için bir simitçi çocuktan borç para istemek zorunda kalan İbrahim Fuad Bey’ler...


Osmanlı Sultanı 2. Abdülhamid’in emriyle yaptırılmış Haydarpaşa Garı, bütün bu badireleri atlattıktan sonra gözüme hâlâ eşsiz görünüyordu. Son yangında harap olduğu için bugün restore edilmeyi bekleyen çatısı bir yana; kuleleri, vitrayları, tavanındaki muhteşem işlemeleri, merpenlerin başında hazırolda bekleyen minik aslan heykelcikleri, her daim doğruyu söyleyen devasa saatleri, artık üzerleri grafitilerle kaplı olduğu halde yeniden harekete geçecekleri günü bekler gibi görünen trenleri, vagonları, o vagonların ötesindeki sessizce duran esrarengiz Haydar Baba Türbesi, az ilerideki hazin İngiliz Mezarlığı, tanışmaktan dolayı mutlu hissettiğim kedileri, gecenin kaçı olursa olsun orada güvenli bir sığınak bulacaklarını bilen yalnız ruhlarıyla Haydarpaşa Garı’nda geçirdiğim gece, şimdiden unutulmaz hatıralarım arasında yerini aldı.


Sema Ereren:
GÜZELLİĞİNİ SEYRETMEYE DOYAMADIK


Karşımıza çıkan ilk güvenlik görevlisine havalı bir şekilde, “Bu gece burada kalacağız da” dedik ve o sormadan hemen ekledik: “İznimiz var!” Gece yarısından sonra Haydarpaşa Garı’nı görme fırsatım hiç olmamıştı. Girmeden önce, gece ışıklandırmasıyla ihtişamına ihtişam katılan binaya uzun uzun baktık, hatta bakakaldık.


Geçen seferki Yerebatan Sarnıcı maceramızdan sonra bu defa yolumuz pek çok kez yeni başlangıçlara ve vedalara sahne olmuş tarihi Haydarpaşa Garı’na düştü. Ne yazık ki ben, Haydarpaşa Garı’ndan hiç trene binemedim. O yüzden herhalde, bize tarihi garda kalma yolları gözükünce epey heyecanlandım. Garın ıssızlığı sabaha karşı içimizi ürpertmedi değil ama o kadar da ödlek sayılmazmışız demek, çünkü sabaha dek keyfimiz gayet yerindeydi.


Her neyse... Garın en çok mimarisinden etkilendiğimi itiraf etmeliyim, gece boyu soğuk havaya aldırış etmeden (kat kat kıyafetlerle yine gardımı alıp gitmiştim zaten) binanın içindeki ve dışındaki güzellikleri seyretmeye doyamadık.


Size detaylardan bahsetmek istiyorum şimdi.


Pek çoğumuz biliriz; Haydarpaşa Garı, Neo-Rönesans stilinde klasik bir Alman mimari örneği. Binanın inşasını bir Alman şirketi tam 1500 İtalyan taş ustasıyla gerçekleştirmiş. Gar binasının plan ve projesini Alman mimarlar Otto Ritter ve Helmuth Cuno üstlenmiş. Bu arada 8 yıl İstanbul’da yaşayan mimar Cuno, daha önceden Alman Hastanesi, Almanya Elçiliği’nin bakımları ve Sultanahmet’teki tarihi Alman Çeşmesi’nin yenilemesini de yapmış olduğundan şehre epey hâkimmiş. 


Haydarpaşa Garı’nın bugünkü kullanım alanı 3836 metrekaredir. 


Bina, 2525 metrekarelik alanda, suya karşı izole edilen ve her biri 21 metre uzunluğunda 1100 adet ahşap kazık üzerine inşa edilmiş. Alanın aslında kurumuş bir dere yatağı olduğunu iddia edenler var. Denize yakınlığı nedeniyle de deprem bölgesi içinde yer aldığına inanıldığından, sağlamlığa büyük özen gösterilmiş. Döşemeler çelikten yapılmış, çeliklerin arasına ‘volta döşeme’ denilen tuğlalar yerleştirilmiş. Vay be!


1906’da başlayan inşaat, 1908’de tamamlanmış ve garın açılışı 19 Ağustos 1908 günü yapılmış ancak binanın tümüyle bitirilmesi 1909’un kasım ayını bulmuş. Gar binasının hizmete girmesinden sonra artık ihtiyacı karşılayamaz hale gelen küçük iskele binası yıkılmış ve yerine yenisi inşa edilmiş. Dış kaplamada sizin de bildiğiniz gibi, sarımtrak renkli Malta taşı kullanılmış, zemin kat ise rustika tekniğiyle yapılmış taşlardan oluşmuş. Ayrıca dış cephe geometrik ve bitkisel süs unsurlarıyla bezenmiş.


Binanın planı, tek bacağı kısa U şeklinde. Bu U planın ortasında geniş koridorların her iki tarafında geniş ve yüksek tavanlı odalar sıralanmış. Odaların tavanları önceden kalem işi nakışlarla bezeliymiş ama bugün bu kalem işinden sadece tek bir odanın tavanında bulunuyormuş. U planın 2 kolu da kara tarafında ve ortadaki boşluk iç avluyu oluşturuyor. 


Garın inşaatında, bin 100 adet, 21 metrelik ahşap kazık kullanılmış. Garın taşıyıcı sistemleri de çelik karkas kullanılarak inşa edilmiş. İnşaatta 1140 ton demir, 19 bin metre sert ağaç, 6 200 metrekare arduaz çatı kaplaması, 530 metreküp kereste, 13 bin metreküp beton ve 2500 metreküp Lefke taşı kullanılmış. 


Binanın temelinde Hereke’den getirilen pembe granitler, dış yüzündeyse Lefke-Osmaneli’den getirilen açık nefti taşlar kullanılmış. Orta sertlikteki taşlar, kolay işlenebildiği, her türlü hava koşuluna dayanıklı olduğu için özel olarak seçilip getirtilmiş. Binanın çatısı Alman mimarisinde sık kullanılan dik çatı üslubunda ve ahşap olarak yapılmış, kaplamasındaysa arduvaz çatı örtüsü kullanılmış.


Güney cephesinin çatı hizasında büyük bir saat yer alıyor ve bu, garın simgelerinden sayılıyor. Ön cephenin şatafatlı görünüşüne karşılık, peronlara bakan bölümde sadelik hâkim. Bu arada ne yalan söyleyeyim, hepimizin gözü, binanın en eski aksesuvarlarından olan apliklerde kaldı. Nasıl o koca koca cam aplikler bugüne dek kırılmadan gelmiş, hayret ettik.



Habertürk 


Geri Dön