19 / 04 / 2024

Doğan Tekeli: Mimarlık tek değil toplumsal bir sanattır!

Doğan Tekeli: Mimarlık tek değil toplumsal bir sanattır!

Cumhuriyet tarihinin en önemli mimarlarından olan Doğan Tekeli, “Mimarlık zor bir sanattır çünkü müzik gibi, resim gibi tek başına değildir. Mimarlığın içinde işveren, toplum ve koşullar vardır. Mimarlık toplumsal bir sanattır” dedi.



Usta mimar Doğan Tekeli, Sami Sisa’yla Tekeli-Sisa Mimarlık Ortaklığı’nı kurarak  İMÇ, İstiklal Caddesi’ndeki Pamukbank binası, Sabiha Gökçen Havalimanı, Metro City gibi pek çok önemli mimari esere imza attı. Tekeli geçtiğimiz günlerde Yapı Kredi Yayınları’ndan Çebiş Evi’nden Hisartepe’ye isimli meslek yaşantısını anlatan bir kitap çıkardı. 

Doğan Tekeli Yenişafak Gazetesi'nden Merve Akbaş'a konuştu. İşte o röportajın ayrıntıları...

Doğan Tekeli cumhuriyet tarihinin en önemli mimarlarından biri. 1929 doğumlu olan Tekeli, bugünlerde 90 yaşına girdi. Sami Sisa’yla kurdukları Tekeli-Sisa Mimarlık Ortaklığı’nda onlarca önemli yapının mimarlığını yaptı. Bunların içinde İMÇ, İstiklal Caddesi’ndeki Pamukbank binası, Sabiha Gökçen Havalimanı, Metro City gibi birbirinden farklı işlevlerdeki eserler yer alıyor. Tekeli geçtiğimiz günlerde Yapı Kredi Yayınları’ndan Çebiş Evi’nden Hisartepe’ye isimli kitabını çıkardı. Bu kitapta çocukluk yıllarından başlayarak meslek yaşamına kadar tüm hayatını detaylarıyla anlatıyor. Isparta günleri, İzmir’deki yaşamı, İTÜ’deki yılları, Sami Sisa ile bürolarını kurmaları, katıldıkları onlarca yarışma ve tabi mimarlığını yaptığı eselerin hikâyesi bu kitabın sayfaları arasında... Tekeli ile Teşvikiye’de hala her gün gittiği ofisinde buluşarak sohbet ettik. Bu uzun sohbet boyunca samimiyetle tüm sorularımıza yanıt verirken hem önemli mimari yapıların gerçek hikâyelerini, hem de kendisinin mimarlık düşüncesini anlattı. Tekeli’nin şu sözleriyse bu uzun söyleşimizin özeti niteliğinde: “Mimarlık zor bir sanattır çünkü müzik gibi, resim gibi tek başına değildir. Mimarlığın içinde işveren, toplum ve koşullar vardır. Mimarlık toplumsal bir sanattır.”

1-1954 yılında Sami Sisa ile ortaklığınız başladı. Aradan geçen 65 yıl boyunca onlarca yapıya imza attınız. Kuşkusuz ilk akla gelen en çok tartışılan ve sevilen İMÇ oldu. Peki siz de İMÇ’yi sevdiniz mi?

Bu bina beni hem çok üzdü hem de çok sevindirdi. Çok meşgul etti. Çok da yatırım yaptık. 1957-1958 yıllarında kamu yapıları sık sık açılan yarışmaların sonucu elde edilen projelerle inşa ediliyordu. Projemizle birincinciliği alarak, bizden ünlü mimarları geride bıraktık. İnşaatın kısım kısım ihalesi manifaturacıların pazarlık alışkanlıklarının neticesinde aylarca sürdü. İMÇ bir yandan beni en çok yoran, üzen yapımız olduğu gibi bir yandan da en çok dikkat çeken, en geniş biçimde incelenen yapımız olmuştur. Üzüntüm, kullanıcıların yapıyı hoyratça kullanmalarından kaynaklanıyordu. Oysa yapımı boyunca yakından izlediğim, kontrol ettiğim inşaat neredeyse tamamıyla istediğime yakın sonuçlanmıştı. Tasarladığımız ve kusursuz teslim ettiğimiz yapı gözümüzün önünde adeta öngörülmez bir değişime uğradı. Beni onurlandıran yanı ise Türkiye mimarlığında belki de üzerine en çok konuşulan yapılardan birisi olarak hala gündemde kalması olmuştur.

2-Bu inşaat toplam kaç sene sürdü?

Toplamda 8 sene sürdü. Ancak onlarla ilgili sorunlar çok daha fazla. Yıllarca bu binayı anlattık, konuştuk. Hala da bu yapı hakkında konuşmalara çağrılıyorum.

“Eski bir kent bölgesinde yeni bir yapı nasıl yapılır?” İMÇ’yi tasarlarken çıkış noktanız bu cümle oluyor. Bugün bakınca nereden geldik?

Mimarlıkta yaptığınız eserin çağının eseri olduğunu göstermeniz gerekiyor. 16. yüzyıl yapısının tekrarını yapmanın hiçbir sanatsal, kültürel değeri yok. 21. yüzyılda yapılan bir eser önce kendi çağının eseri olmalı. Osmanlılar Selçuklu eserleri yapmadılar. Kendi geçmişi olmasına rağmen onu bıraktılar ve çağlarına baktılar. İnce Minare’yi, Çifte Minare’yi Osmanlı camilerinde görmüyoruz. Osmanlı Bizans’tan esinlemiş. Ayasofya’ya bakarak o sanatı ileri götürmüş ve Osmanlı olmuş. Bizim de cumhuriyet döneminde kendi çağımızın eserini yapmamız gerekiyor.

YAPILARIMIZ “AHBABÇA” DURUR

3-İstiklal Caddesi’ndeki Pamukbank binası için “belki de sanki hep oradaymış gibi durduğu için hakkında çok konuşulmadı” diyorsunuz. Biinanın bulunduğu ortamda uyumlu olması nasıl değerlendirilir?

Kesinlikle olumlu bir şeydir. Binanın yadırganmaması önemlidir. Her zaman orada duruyormuş gibi... Bu benimsenmiş olduğunu gösterir.

Göz yorgunluğu oluşturmuyor...

Ve çevresine uyuyor demek. Kendisiyle Ağa Han Ödülleri jurisinde birlikte bulunduğum ve çok önemli bir mimar olan Frank Gehry şöyle der, “Yapı friendly durmalı.” Ahbabça yani. Biz de kendi yapılarımızda buna gayret ettik. Yani yapı, agresif değil, alçak gönüllü, kente ve insana saygılı olmalı. O bakımdan yapılarımız toplumdan hiç tepki almadı. Bizim de yüksek bir yapımız var. Örneğin Metro City. O bina yapıldıktan sonra kimse “ya hu bu şehri berbat etti” demedi. Yüksek bir yapıdır da. Ama eni, boyu, yüksekliğiyle çevresi içinde yadırganmadı. Sanki hep oradaymış gibi durdu ve durmaya da devam ediyor.

ELDEM’İN BİNASI ÜNİFORMALI

4-Siz İTÜ’de Emin Onat’ın öğrencisiydiniz. Akademi’de ise Sedat Hakkı Eldem vardı. Tatlı bir rekabet vardı iki okul arasında. İMÇ’nin tam karşısında ise Sedad Hakkı Eldem’in imzasını taşıyan SSK binaları var. Bozdoğan Kemeri’nden baktığımızda İstanbul’un en karakteristik manzarasının içinde bu iki bina da vardır. Peki bu fotoğraf bize neler anlatıyor?

Sedad Bey büyük bir mimar. Fakat Sedat Bey bence Beaux-Arts mimarıdır. Bu akımı benimser. Orada, yapının işlevinden çok güzellik aranır. Sedad Bey’in orada yaptığı binalar oradaki eski mahalleye oldukça uygundur. Arkadaki tarihi dokuya oldukça uygundur. Fakat o yapı, işlevine uygun bir yapı olmadı. Mesela onun altında da bir çarşı vardır.

Pek de bilinmiyor...

Bilinmemesi normal çünkü çarşı olarak kullanılamadı. Depo oldu, arşiv oldu. Üstteki yapılar ise çağdaş bir ofis olarak planlanmamış. Sedat Bey’in ustalığı kesindir. Cumhuriyet tarihinin belki de en önemli mimarıdır kendisi. Fakat yaptığı yapılarda güzellik ön plandadır. Her yapısına benzer bir elbise giydirir. Ahşap yapı teknolojisinden doğan düşey pencereleri var. Osmanlı sivil mimarisini modernleştirirken betonarmeye bunları uyarlıyor. Ama o ruh o ruh değildir. Ahşapla yapılan yapılarda bu zariftir, ruhu hafiftir. Betonarmede bunlar ağırlaşıyor. Sedad Bey bununla beraber büyük bir yol açmıştır ama devamlı olmamıştır. Talebelerinden Sedad Bey uslübunu devam ettiren pek olmadı maalesef. Ben her zaman yapının işlevine uygun, taşıyıcı sisteminin doğru ve tabi ki güzel olması gerektiğini söylerim. Sedad Bey ise güzellik üstünde daha çok duruyor. Bu da onu büyük bir sanatçı yapıyor. Ama mimarlık eseri olarak kullanışı açısından tereddütlü bir tarafı var. Her binasında bu yoktur tabi. O yapı İMÇ’den sonra tasarlandı. İki yapının da farklı bir dili ve ifadesi var. Bizim ki daha serbest ve ahbabçadır. Onun ki ise daha disiplinlidi, hatta üniformalıdır.

HEPİMİZ GEHRY OLAMAYIZ

Ancak ikisi de hala güzel.

Bizimki maalesef çok bozuldu. Sedad Bey’in üniforması nedeniyle o bina bozulmadı. Bazı sanat eserleri böyledir. Mesela yine Frank Gehry’nin Fransa’daki Amerikan Kültür Heyeti binası bunlara bir örnektir. 1980’li yıllarda yapıldı ve çok ses getirdi. Tüm dergilerde üzerine yazıldı, çizildi. Frank Gehry bu binayla şöhret yaptı. Ama Amerikan Kültür Heyeti oraya taşındıktan 8 ay sonra binayı boşalttı. Kısa süre sonra da satılığa çıktı bina.

Çünkü bina yaşamadı...

Bu nedenle ben mimarlık toplumsal bir sanattır, toplumun kaynaklarıyla toplum için yapılır diyorum. Ama arada bir müstesna adamlar çıkar, harika bir şey yapar. Bırakalım yapsınlar, biz de onlardan öğrenelim. Ama hepimiz Frank Gehry olmaya kalkarsak bu işin sonu olmaz.

5-Daha önce Zor Sanat isimli bir kitabınız da çıkmıştı. Sizce neden ‘zor’du?

Mimarlık zor bir sanattır çünkü müzik gibi, resim gibi tek başına değildir. Mimarlığın içinde işveren, toplum ve koşullar vardır. Mimarlık toplumsal bir sanattır. Mimar güzel bir yapı yapmak, mütahit kar etmek ister.

Mimar geriye dönüp yapısına bakar

Yanılmıyorsam ilk projeniz İzmir’deki Merkez Bankası binası...

İzmir Merkez Bankası binası çok sevildi. O yapıda hocalarım olan Emin Onat’tan ve Paul Bonatz’dan öğrendiğimiz bir yapı disiplini de var. Bugün ise otel olarak kullanılıyor. Genç mimarımızdan biri o yapıya bakarak, “Bir mimar hayatında sadece böyle bir yapı yapsa kafidir” demişti.

6-Yaptığınız projeler arasında daha sonrasında ‘keşke şöyle yapsaydım’ dediğiniz oldu mu?

Keşke şöyle yapsaydım dediğim çok olmuştur. Çünkü yapı süreci öyle bir şey ki, tüm ayrıntılarıyla çalışırsınız. Sonra o çalışmayı akşam bırakıp çıkarsınız. Sabah geldiğinizde ise bakıp, “olmamış” diyerek yeniden başlarsınız. Ve nihayet zaman geldiğinde yapı donar. Bundan sonra müdahale edemezsiniz. Bitmiş olan yapıya keşke şöyle yapsaydım dediğiniz olur.

Bu bana Ma Jian “Bazı hatıralar uçup gitmiyordu, zorla geri geliyordu...” cümlesini hatırlattı. Yani mimar da geri dönüp bakıyor...

Prof. Bonatz Ankara’daki opera binasını yapıp bitirdikten sonra, Ankara’ya her gittiğinde hole bir sandalye atıp, “bu hol daha farklı nasıl olabilirdi?” diyerek eskiz yaparmış. Mimarlıkta da böyle, sanatta da böyle. Şiir yazanlar tek seferde mi yazıyor? Bazen geri dönüp yeniden yazıyorlar, kelimeleri değiştiriyorlar, üzerinde oynuyorlar. Oscar Wilde’ın bir sözü var, “Bütün sabah şiirimin baskı provası üstünde çalıştım ve bir virgülü attım; öğleden sonra virgülü geri koydum.” İşte mimarlık tam olarak böyledir.

7-Kitapta Çeviş Evi’den bahsediyorsunuz. O klasik Türk evini yeniden uygulamak aklınıza geldi mi?

Çebiş Evi, 200 yıllık bir ev. Biz Bebek’te de bir ev yapmıştık. Boğaz üzerindedir ama hiç göz batmaz, adeta erir. Oysa oldukça büyük bir evdir. Ancak Çebiş Evi’ni yeniden yapmak mümkün değil. Çünkü çağın gerekliliklerini taşımıyor. Mesela Çebiş Evi’nde evin tam ortasında ‘hayat’ denilen bir alan var, “hayatlı ev” denilir. Teras gibi, odalar etrafında ve güney tarafı da açık. Odadan odaya soğukta geçiliyor. O hayatı yaşamanın artık imkanı yok. O evi bugüne getirmenin imkanı yok.

Halkımızın yapı anlayışı bireysel

8-Yapılarının uzun yıllar içerisinde geçirdiği değişimleri, deformasyonları; eserine ait değişikliklerin bir çoğuna tanıklık etmiş biri olarak sizce İstanbul gibi bir şehirde bir mimar yeni bir yapıyı kurgularken, daha fikir aşamasında ne gibi şeyleri öngörmeli? İMÇ binasının bugünkü durumunu göz önüne alarak, mimar ne gibi değişkenleri hesap etmeli sizce? Ya da etmeli mi?

Elbette etmeli. Örneğin biz Manifaturacılar binasını o zaman taş kaplama yapmayı bu nedenle istedik. Ama işin doğrusu bizim toplumumuza daha da bozulmayacak bir şey yapmamız gerekiyormuş. Eski hanlardaki gibi küçük pencerelerle falan... Ama o da çağa ait olmazdı. Biz tabi ki çağının eseri olan bir bina yapmak istedik. Halkımızın yapı anlayışı, sahiplik anlayışı ise bireysel. Bin yüz dükkan sahibi de kendini bağımsız saydı ve bunun neticesinde bugünkü hale geldi.

Cansever’in ilk müritleri biziz

‘Turgut Cansever’le olan yakınlığınız aslında yıllar öncesinde başlıyor. O günlerde neler konuşuyor, paylaşıyordunuz Cansever’le?

Turgut Bey’le yedek subaylık esnasında tanıştık. Biz yeni mezunken askere gitmiştik. O bizden 6-7 yaş büyüktü. Ama birlikte askerlik yaptık. Turgut Bey, Paris’te doktorasını tamamlayıp yurda dönmüştü. Orada modern mimariyi öğrenmişti. Le Corbusier, Wright, Mies, CIAM bildirisi... Yani modern mimari hakkında bilgi sahibi olmuştu. Biz ise bunları ismen biliyorduk ama ne yapıyorlar, neden yapıyorlar henüz bilmiyorduk. Yani meselenin derinliğini bilmiyorduk. Turgut Bey askerliğimiz esnasında bize bunları anlattı. Çok severdi anlatmayı, öğretmeyi. Bunun için Turgut Bey’in öğretici niteliği dolayısıyla ‘müritleri’ olmuştur. Şeyh gibidir. Biz de ilk müritleriyiz dolayısıyla.

9-Kimler vardı başka o ilk müritlerin içinde?

Sınıf arkadaşlarımız Tekin Aydın, Altay Erol ve tabi Sami Sisa ve ben. Hepimiz aynı dönemde askerlik yaptık ve Turgut Bey’den de çok şey öğrendik. Ama sonra Rumeli Hisarı düzenlenmesi yarışmasını biz kazandık. Kendisi ise ikinci olmuştu. Çok canı sıkıldı. Çünkü eski eser ve restorasyonda o çok iddialıydı. Darıldık bir nevi. Daha sonra İMÇ binası nedeniyle aramız açıldı. Bu olaylardan sonra Turgut Bey bir yarışmaya katıldı, ben de jürideydim. Jüri ikiye ayrıldı. 2 kişi elensin diyor, 2 kişi de çok beğenmiş seçilsin diyor. Durumu benim oyum belirleyecekti. Tabi projenin kime ait olduğunu bilmeden yaptık bu oylamayı. Benim çok hoşuma gitmişti proje ve oyumla da birinci oldu. Bunu Turgut Bey duyunca çok mutlu olmuş. Bana “Doğancığım çok teşekkür ederim” demişti. Meslek içinde kavgalı-barışmalı 55 yılımız oldu. Ama ben ona her zaman saygı duydum. Vefatından evvel birlikte de çalıştığımız zamanlar da oldu.

Değeri belirleyecek olan zaman

Sadece Turgut Bey özelinde değil, genel olarak üretimden ziyade mimari düşünce üzerine çalışan isimler var. Veya çalışıp, eserleri hayata geçmeyen.... Bir de sizin gibi sayısız projeyi hayata geçiren mimalar var. Üreten mimar ve düşünen arasında nasıl bir farklılık var?

Üretmek düşünmeye mani değildir. Üretirken düşünmek de gerekir. Belki daha fazla, çünkü üretmenin sorumluluğu çok ağırdır. Ama üretirken yazmaya ve anlatmaya vaktiniz daha az oluyor. Daha az yapı yapan ama kafası yerinde olan, düşünme ve kurumsal hale getirme imkanı olanlar yazarak kendilerini ifade ediyorlar. Bunun için hatta ‘kağıt mimarlığı’ diye bir kavram var. Pek tabi Turgut Bey’i bu kavram içinde değerlendiremeyiz. Turgut Bey düşünür bir mimardır. Beğenir veya beğenmezsiniz ama düşünür ve ortaya koyar. O düşünce alanında ürün ortaya koydu, biz de yapı alanında. Hangisi daha kıymetlidir, zamana kalır bunu tarih belirleyecek.


Geri Dön