26 / 04 / 2024

Mimar Mehpare Evrenol: Yeni konutlar Türkiye'yi tek tipleştirdi!

Mimar Mehpare Evrenol: Yeni konutlar Türkiye'yi tek tipleştirdi!

Evrenol Architects’in kurucusu Yüksek Mimar Mehpare Evrenol, büyüyen şehirler, yeşile dönüş gibi gelişmelerin mimariyi nasıl etkilediğini anlattı. Evrenol, yeni konutların dünyayı ve Türkiye’yi tek tipleştirdiğini düşünüyorum” diyor.



Yüksek Mimar Mehpare Evrenol. “Hayata dair her şeyin hızla küreselleştiği günümüz dünyasında geleneksel mimari kültürlerin büyük bir erozyon içinde olduğunu, bundan payını fazlasıyla alan Türkiye’nin yerel mimari estetiği ve inceliklerinin modern yapılaşmayla birlikte dışlandığını, buna bağlı olarak inşa edilen yeni konutların yaşam tarzını değiştirecek boyutlara ulaşarak dünyayı ve Türkiye’yi tek tipleştirdiğini düşünüyorum” diyor.


Evrenol Architects’in kurucusu Yüksek Mimar Mehpare Evrenol 2013 yılında Cannes’da 23.’sü düzenlenen dünyanın en büyük gayrimenkul fuarı MIPIM’de 9 kategoride 2 projeyle birlikte finale kalan tek mimar oldu. Hem de tek kadın Türk mimar. Mehpare Evrenol, finale kaldığı Bosphorus City ve Akasya Acıbadem projeleri ile MIPIM’de iki ödül almayı başardı. 1990 yılında kurulan Evrenol Architects, sektörün önemli isimlerinden birisi. Mehpare Evrenol’a bilgi toplumu, büyüyen şehirler, yeşile dönüş gibi gelişmelerin mimariyi nasıl etkilediğini sorduk. İşte yanıtları:


Hızlı kentleşme insanları doğadan kopardı


“Mimari sosyal bir disiplindir. Dolayısıyla mimari üretimdeki değişiklikleri tespit etmek için sosyal değişimleri analiz etmek gerekir.


Değişen yaşam koşulları ve gelişen teknolojinin yanında dünyadaki nüfus patlamasıyla, tüm ülkelerde ve özellikle bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde ayak sesleri güçlü duyulan hızlı kentleşme insanları doğadan kopardı. Sadece 30-40 yıl içinde ülkedeki kentli nüfusu yüzde 30’lardan yüzde 70’lere fırladı. Bu da doğasından kopan şehirlerdeki beton yığınlarına sıkışan insan toplulukları anlamına geliyor.


Kentlerdeki arazilerin maliyetleri nedeniyle insanları 2 da oturtamadığımız, insanları beton bloklarda üst üste koyduğumuz için doğadan kopuş çaresiz bir şekilde geliyor. Projelerimizde bunun önüne geçecek bazı önlemler düşünüyoruz. Bunlar elbette belli bir ölçüde başarılabilecek önlemler. Binaları yükselterek zeminde yeşile, suya, ağaca yer ayırmak başlıca önlemimiz ve projeyi ele alış biçimimiz oluyor.


İnsanların balkonlarında bitkilere dokunabilecekleri, toprakta bir takım bitkileri yeşertebilecekleri “bahçe balkonları” da bunun bir parçası. Endüstrileşmeye bağlı olarak gelişen nüfus artışının ve kente göçün getirdiği sorunlar doğa ve mimarlık arasında ciddi bir kopukluğa yol açtı. Geleneklerin tahrip edilmesi sonucunda insanların yüzyülardır biriktirdiği kültürel değerlerin yok olduğunu, şehirlerin bunları taşıyamadığını ve mimari eğitimle de mimari örgün çalışmalarla da bunun kapatılamadığını görüyorum. Türkiye’de de Uzakdoğu’da da nüfusu artmakta olan bölgelerde en çok bu duruma rastlıyoruz.


Geleneğin korunması, geleneğin mimariye entegre edilmesi hayata geçirilemiyor. Bunun yerine bütün dünyada aynı dili konuşan, aynı ekonomik şartların cevabı olan mimarilerin yükseldiğini ve Bina ve kent karşılıklı etkileşim içindedir “Gelecek kavramını hem sosyal hem de teknolojik boyutuyla bir arada ele almak gerekiyor. Bina ve kent karşılıklı bir etkileşim içindedir ve dolayısıyla yaşanılan koşullardan bağımsız olamaz; kentler ve sosyal yaşantı, binayı görünür ve yaşanır kılar. Ben mimarlığı, sosyal ve teknik bir üretim alanı olarak görüyorum.


Elde edilen mimari ürün, çevresiyle olan ilişkisiyle bir doku oluşturduğu ve mekansal biçimlenmeler sosyal formu etkilediği için binalar bir yapı taşı gibi kentlerin ana maddesinde yer alıyor. Sağlıklı ve mutlu bir toplum elde etmek istiyorsak yaşanılır, sürdürülebilir binalar ve kentler tasarlamalıyız. Bilinen en eski mesleklerden biri olan mimarlığın, insan yaşamıyla olan yakın ülkeleri işgal ettiğini düşünüyorum. Diğer bir konu da mimaride sanat eğitimin eksikliğidir. Sanat tarihi, sanata bakış gibi çok önem verilmesi gereken konular giderek eksiliyor ve bu da mimariyi ve ortaya çıkan ürünlerin kalitesini düşürüyor.”


Kadınlar mimarlıkta geriden geliyorlar


“İster kadın ister erkek olsun, mimarlık mesleğinin eğitim döneminde ve iş yaşamında çok fazla özveri gerektirdiğini söylemek lazım. Az sayıda mimarın tasarımcı kimliğiyle iş yaptığını düşünürsek, bir projeyi ayağa kaldırmaktan tutun da, onun sunumuna, pazarlanmasına ve hatta basında yayınlanmasına kadar geçen sürecin tüm aşamalarında yine mimarlar büyük roller üstlenmekteler. Mesele mimarlığın hangi kolunda durulacağını iyi bilmek ve ona göre kendini geliştirmek. Kadınlar pek çok sektörde ön plana çıktılar ancak mimarlıkta biraz daha geriden geliyorlar. Ancak kadınların mimaride çok başarılı olacağını ve önemli katkılar sağlayacağına inanıyorum.


Çok fazla konuyu organize edebilme yetisi bu sektör için büyük bir avantaj. Güçlü empati kabiliyetleriyle kadınlar sektörde sonuç odaklı ve daha üretken olabiliyorlar. Özellikle konut tasarımlarında bir evin işleyişini, mekan ihtiyaçlarını kadınların daha kolay çözdükleri kesin. Bu avantajı kadınların kullanması gerekiyor. Çok büyük özveri ve çaba gerektiren bir diğer konu da hem işkadını hem de anne olmaktır ki bu hiç kolay değil. Özverinin çocukları ihmal etmek yönünde değil de çocuklar küçükken işi ihmal etmek yökatlı, bir dönüm bahçe içindeki konutlarteması gelecekte de olmazsa olmaz en temel yaratım etkenidir. nünde olması gerektiğini düşünüyorum.”


Türkiye’nin gelişimi Uzak Doğu'ya benziyor


‘Türkiye’nin son zamanlardaki gelişimi Uzak Doğu’ya daha çok benziyor. Avrupa ile kıyaslamamamız lazım. Çünkü onların tamamen başka dinamikleri var. Avrupa küçük şehirlerde yaşayan, şehirli nüfusu çok olan, geleneklerini, mimarilerini koruyan bir tutama sahip. Bizim geçmişimiz ve mimariye bakışımız daha farklıdır. Biz göçebe toplumun evlatlarıyız. Yeni yeni yerleşik düzene geçiyoruz. Nüfusun patlaması ve şehirlerin yığılmasının bedellerini ödüyoruz hep birlikte.


Hayata dair her şeyin hızla küreselleştiği günümüz dünyasında geleneksel mimari kültürlerin büyük bir erozyon içinde olduğunu, bundan payını fazlasıyla alan Türkiye’nin yerel mimari estetiği ve inceliklerinin modern yapılaşmayla biıiiktedışlandığım, buna bağlı olarak inşa edilen  yeni konutların yaşam tarzını i değiştirecek boyutlara ulaşarak  dünyayı ve Türkiye’yi tek  tipleştirdiğini düşünüyorum. Tek  tipleştirmeden çıkış yolu adına  yatırımcılar bina cephelerinde  ikonik cephe yarışına girdiler. ; Sizin markalı konut dediğiniz i esasında birbirine çok benzeyen tek tip yaşam alanlarıdır. İşte bunu kamufle etmek için ikonik  cephe yarışı başladı ki bu çarpık bir anlayış.”


Bina ve kent karşılıklı bir etkileşim içindedir ve dolayısıyla yaşanılan koşullardan bağımsız olamaz. Kentlerimizin en önemli sorunu kentsel dönüşüm “Kentlerimizin en önemli sorunu “kentsel dönüşüm” adı altında yapılan imar faaliyeti. Yaşamakta olduğumuz gelişim yatırımcıların tekil çabaları ve her biri kendi başına karar alan “kentsel dönüşüm’ kavramını gündemde tutan yerel yönetimlerin münferit girişimleri olarak tanımlanabilir. Bu tekil çabalar açıkçası bende endişe yaratmakta çünkü büyük resmi görmek oldukça zor.


Hedef, kentin tamamını master plan, nazım plan seviyesinde planlamak ve buna bağlı olarak nazım plana entegre edilebilmiş projeler üretilmesidir. Bu düzen sağlanmadığında kent içi fonksiyonların dağıldığı, iletişimin koptuğu, kamusal alanların iyice kaybedildiği ve doğadan iyice uzaklaşılmış bir hayat kentliyi bekliyor. Dolayısıyla sorun tek bir bölgenin hayata döndürülmesi olarak ele alınmamalı.” Kendiliğinden gelişmiş şehir parçalarını kente katmak “Bizim projelerimizde çok arkasında durduğumuz bir konu projenin, kendiliğinden gelişmiş şehir parçaları olarak kente katılması. Projelerimizde kutu kutu binalar yapıp insanların o kutulardan birinde kaybolmasını istemiyoruz.


Muhakkak meydanları, yürüme yerleri, toplanma, karşılaşma alanları olsun ki komşularımızla en azından karşılaşalım ve aramızda bir göz aşinalığı olsun. Önce konutları yerleştirmek sonra arta kalan afanı  donatmak anlayışı yerini yaşam  alanı düzenlemesine bıraktı. Eski, bütün büyük yerleşimlerdeki en büyük eksik; yaşamı tanımlayan  fonksiyonların dağınıklığıydı,  Meydanı yok. yaşam alanı yok.  eğlence-dinlence yok. Halbuki şimdi  bunlar var ve insanlar artık bu tip  yerlere gittiğinde şehrin kargaşasına ; geri dönmek istemiyorlar.


Ben onlarca birbirinin eşi binanın,  yüzlerce birbirinin eşi penceresinde,  kaybolmuş insan siluetlerinden çok ürküyorum. Bence insanların bak işte şu sarı yuvarlak binanın göle bakan tarafındaki evde oturuyorum, diye rahatlıkla tarif edebilmesi lazım. Yoksa 8. binanın 16. katının 4.’sü demesi son derece itici. Projelerimizde aidiyet duygusu yaratacak ve insanların özeline hitap edecek bir tutum sergiliyoruz. Herkesin farklı vizyonları ve istekleri var. Onlara ulaşmak istiyorsak bu farkı ortaya koymamız gerekiyor bu da yaşamı İyi gözlemlemekle olabilir.”


Dünya


Geri Dön